21 Ekim 2023 Cumartesi

ERICA'NIN ETKİLEYİCİ HİKAYESİNİ OKUMAYA HAZIR MISINIZ? ERICA'NIN AYNALARI'NI ŞİDDETLE TAVSİYE EDERİM.

ERICA'NIN AYNALARI - Amelia Rita Bugün size Altın Kitaplar yayınevinden yeni çıkan, ilginç bir kitap önereceğim. Kitabın hiyakesi o kadar etkileyici ki ilk birkaç sayfadan itibaren kitap sizi içine çekip alıyor. Kitabın her satını neler olacağını merak ederek okuyorsunuz ve sonunu asla tahmin edemiyorsunuz. Karakterler o kadar ilginç ve aramızdan biri gibi ki onları hemen benimsiyorsunuz. Kurgusu şimdiye kadar hiçbir kitapta okumadığınız türden etkileyici bir hikaye üzerine inşa edilmiş. Olayların ele alınışı da yazarın akıcı, eğlenceli anlatım diliyle son derece çekici. Kitabı şiddetle öneriyorum. Bu kitabı ve karakterlerini çok seveceksiniz. SONUNU asla tahmin edemeyeceğiniz, çekicilik dozu yüksek, çok severek okuyacağınız bir roman arıyorsanız Erica'nın esrarengiz hikayesi tam size göre... İnternetten ve kitap satış noktalarından satın alabilirsiniz. İyi okumalar dilerim. Bir sonraki öneride görüşmek üzere...
Kadın, burnunu cama dayamış dışarı bakarken, kendisini izleyen ve dinleyenlerin farkında bile değildi. Onların kendi aralarında neler fısıldaştıklarını duyamıyordu. Ne kadar farklı, tuhaf ve ürkütücü olduklarını göremiyordu. Oysa köşelerine gizlenenler kadının hayallerini görebiliyor, düşüncelerini okuyabiliyorlardı. Söylediklerinin yanı sıra henüz söylemediklerini de işitebiliyorlardı… Erica'nın Aynaları; bizi, insan zihninin derinliklerini keşfetmemizi sağlayacak gizemli bir yolculuğa çıkarıyor. Roman, akıcı diliyle çocukluğumuza da dokunurken masum zamanlarımızda yaşadıklarımızın hayatımıza etkilerini gözler önüne seriyor. Yayınevi: Altın Kitaplar Yazar: Amelia Rita Sayfa sayısı: 216 Satın alma linkleri: https://www.kitapyurdu.com/kitap/ericanin-aynalari/660197.html&filter_name=Erican%C4%B1n+aynalar%C4%B1 https://www.dr.com.tr/Kitap/Ericanin-Aynalari/Amelia-Rita/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0002077840001

30 Haziran 2023 Cuma

AYDA'NIN BALIKLARI VE KÂĞITTAN GEMİSİ - "Ayda's Fishes and Paper Ship" - Özlem Aytek'ten Özgün Kısa Öykü

Nehrin kenarında oturuyordu Ayda… Günbatımını izlerken hafızasından silmeye çalıştıklarından geriye kalanlar gözünde canlanıyor, içine işliyordu. Ay bu gece, çok özel bir konum alacaktı gökyüzünde. Bu sadece birkaç dakika sürecek bir mucize anıydı ve yüz yılda bir gerçekleşirdi. Henüz keşfedilmemiş, ana haber bülteninde yayınlanmamış bir bilgiydi bu. Şu koskoca Dünya’da bilenlerin sayısı bir düzineyi geçmezdi ve Ayda bunlardan biri olduğu için kendisini şanslı hissediyordu. Zamanında yetişebilmek için şafak sökerken uyanmış, yola koyulmuştu.
Balıklar, Ayda’nın gelişini fark ettiklerinde coşkuyla kaynaştılar. Bu, akıp giden dalgalı suyun fokurdayarak kaynıyormuş gibi görünmesine neden olmuştu, bir anlığına. Nehir, bu anlık fokurdamalardan hiç hoşlanmıyordu zira rüzgârla uyumlu ritminin değişmesine, bir an için bile olsa tahammül edemezdi. Balık hafızası işte… Coşku da bir an içindi sadece, hemen ardından neye sevindiklerini unutup sakinleştiler ve yeni besin kaynakları bulabilmek umuduyla araştırmalarına devam ettiler. Aralarından üç tanesi kuyruklarını sallayarak yaklaştı Ayda’nın oturduğu kıyıya. Mavi olanı isteksiz gibi görünmeye çalışarak sordu: - Vazgeçtiğini düşünmüştüm. Burada ne yapıyorsun? - Ay ışığını, doğru zamanı ve mucizeyi bekliyorum, diye cevap verdi Ayda kısaca. Çevresinde olan biteni umursuyor gibi görünmüyordu ve sohbet etmek için oldukça isteksiz olduğu açıkça belliydi. - Uzun zaman oldu, bunu yapmalısın artık, diye fısıldadı turuncu balık. Sessizliğini sürdürdü Ayda. “Zorlamayın.” dercesine baktı kara balık, gövdesinden daha büyük olan gözlerini belerterek. Birlikte beklemeye başladılar ve hiç kimse konuşmadı. Gözlerini kapattı Ayda. - Herkesin sırları vardır, diye mırıldandı. Balıklar onu işitiyor ama bu sözlerin sadece içsel bir söyleşiden ibaret olduğunu biliyorlardı. Suya dalıp çıkarak sessizce beklemeye devam ettiler. - Olan biten hiçbir şeyin kaderle bir ilgisi yok. Yaşananlar tercihlerimin sonuçlarıydı, dedi bu kez Ayda. Hava sonunda kararmaya ve ay gökyüzünde yükselmeye başlamıştı. Ayda gözünü sabit bir noktaya dikmişti ve gözbebeklerinin hızlı hareketleri balıkların dikkatini çekmişti. - Düşünüyor, dedi mavi olanı. - Bir karar vermek üzere, diye ekledi turuncu. - Bunu yapmak için çok bekledi, derken gözlerini Ayda’ya doğru devirdi kara balık.
“Bu geçeceğim en önemli sınav ve vereceğim en önemli karar.” diye fısıldadı Ayda. Sonra nehre baktı ve yüreğindeki çırpınışı daha da derinden hissetti. Bu nehrin kıyısına o kadar çok gelmiş, o kadar uzun zamanlar boyunca beklemişti ki… Dalgalarının, kıpırdanışlarının taşıdığı anlamı öğrenebilmek, rolünü keşfedebilmek için can atmış, bunu başaramayınca her birine anlamlar yüklemişti kendince. Boşuna olduğunu bilse de yapmıştı işte… Çekici ve sonsuz gibi görünen akışına kapılmak ve onun bir parçası olmak istemişti sadece. Sığ sularında beceriksizce yürüdüğünde, giysilerinden kurtulup özgürce yüzmek istediğinde, sert akıntısıyla fırlatıp dışına atmıştı onu, her seferinde. İçinde yüzen bir balık bile olamamıştı Ayda… Oysa sularına karışmak, her hücresiyle nehri hissetmek ve uyum içinde, onunla birlikte akıp gitmekten başka bir şey istememişti… Fakat gerçek, bu kadarla sınırlı değildi ki öyle olsaydı Ayda bu denli sarsılmayacaktı. Ne zaman kıyısından uzaklaşmaya çalışsa bu kez nehir bunu fark etmiş, dalgalarından yükselen tatlı sesinin muhteşem ezgisiyle Ayda’ya geri dönmesi için şarkılar söylemişti. Bu çekici ezgiye hiçbir zaman direnememiş ve her seferinde nehre geri dönmüştü Ayda. Ay, gökyüzündeki eşsiz konumunu almak üzereydi. - Vakit geldi, dedi Ayda. Nehrin suları birden karardı, köpürdü ve içine bir kum tanesini dahi kabul etmeyeceğini kanıtlamaya çalışırcasına dalgalandı. Bu hâliyle korkunç, öfkeli ve tehlikeli görünüyordu.
- İyi açıklayamadım galiba, dedi nehre. Giden benim… Nehrin suları birden çalkalanıp bulanmaya başladıysa da ne Ayda ne balıklar ne de bir başkası bunu umursayacak durumda değildi. Çünkü Ay, sonunda o muhteşem, mucizevi konumunu almıştı gökyüzünde. Yarattığı etki öyle çarpıcıydı ki doğa olabildiğince sakin kalarak bu inanılmaz anın tadını çıkarıyordu. Nehir de etkilenmişti bu durumdan, neler olduğunu anlayabilmek için sakinleşti birden. Şimdi suları dalgasız, sakince akıp gidiyordu. Bu bir mucize anıydı ve üç sevimli balık buna tanık olmak için sabırsızlanıyor, Ayda için seviniyorlardı. Başını gökyüzüne kaldırdı ve: “Kararımı verdim.” dedi Ayda yüksek sesle. Ardından, “Çok zor oldu öyle ki bu kadarını ben bile beklemiyordum.” diye ekledi sadece kendisinin işitebileceği şekilde fısıldayarak. Sonra hemen sustu ve bekledi ki bu mucize zamanında iç sesi her şeyi hallediyordu, konuşmasına gerek yoktu hem zaten karşısında konuşabileceği kimse de yoktu. Ay, beklediği mesajı almıştı. Ayda, kendisini bekleyen mucizeyi bir an önce görmek için ölesiye meraklanıyor, karnının içinde giderek artan krampları durduramıyordu. Sonunda mucizeyi gördüğünde öylesine sevindi, gözleri öylesine sevinçle parladı ki bu parıltılar nehrin sakin sularında, tuhaf yansımalara sebep oldu. Kâğıttan bir gemi, nehrin sakin sularında kendisinin bulunduğu kıyıya doğru süzülürken duyduğu sevincin yanında içinin büyük bir kederle burkulduğunu da hissetti Ayda. Mucizesi geliyordu. Gemiye, kesinlikle almış olduğu yeni kararın tedirginliğiyle binerken hissettiği en gerçek duygu güvende olduğuydu. Geminin, kâğıttan olsa da yükünü taşıyabilecek, hedeflediği limana varabilecek güce ve sorumluluğa sahip olduğu kesindi.
Nehir ise bambaşka bir boyuttaydı ki bu da bir geminin nasıl olup da suları üzerinde izinsiz yüzdüğüydü… Onun icabına bakmak için ne ölçüde dalgalanması gerektiğini hesaplıyordu. Sonra buna gerek bile duymadı çünkü sadece kâğıttandı ve bilimsel gerçeklere göre bir süre yüzdükten sonra kendiliğinden eriyip, suyun dibini boylayacaktı. Bu hâliyle bir yolcuyu uzun süre taşıması da zaten imkânsızdı. Nehir, bunları düşündükten sonra bu mucize hikayesinin ve Ayda’nın işlerinin tam bir saçmalık ve zaman kaybı olduğunu düşünerek bambaşka bir noktaya odaklandı. Kâğıttan gemi, su akışının tam tersine doğru yol alırken Ayda başını sudan çıkaran üç balığa el sallayarak veda etti. Balıklar onu bir daha göremeyeceklerini biliyorlardı ve olanların farkındaydılar, nehrin aksine. Nehir, kendisiyle o kadar meşguldü ki Ayda’nın bir süredir kendisine veda etmeye çalıştığını ve bunu eline yüzüne bulaştırdığını haftalar sonra anlayabilecekti, büyük olasılıkla. Kâğıttan gemi, akışın ters yönünde ilerleyerek nehri besleyen bir su yoluna çevirdi rotasını ve yüzmeye devam etti. Yol zorluydu çünkü kâğıt gemi, bir eğimden aşağı akan bu su yolunda akışın ters yönüne doğru yüzmeye devam ettiği için adeta tırmanışa geçmişlerdi. Sonunda kollara dağılmış akan suyun kaynağına vardıklarında kendilerini bir girdabın içinde buldular. Kâğıttan gemi yolcusuyla birlikte girdaba kapıldı; döndü, döndü, döndü ve kendisi de yolcusu da bu eylemden dolayı oldukça sarsıldı. Ardından, başka nehri besleyen bir su kanalında, bu kez suyun akış yönünde kolaylıkla, uzun zaman boyunca yüzerek yol aldı. Sonunda, bir derenin sularına karıştılar ve içindeki şaşkın yolcuyu burada indirdi. Bunu gücünün son kırıntısıyla başarmıştı ve yolcusu indikten hemen sonra suda eridi, derenin sığ sularına karışarak gözden kayboldu. Daha fazla yol alacak veya başka bir yolcuyu taşıyacak durumda olmadığını kesindi. Mucize gerçekleşmiş, görev tamamlanmıştı. Ay, yaptığı işten hoşnuttu ve yüz yılda bir geldiği konumdan ayrılmadan önce en parlak ışığıyla Ayda’nın üzerinde parladı. Ayda, kıyısında durduğu dereye sevgiyle bakarken bir ateş böceği gibi parlıyordu. Dere, nehir gibi derin, gizemli ve görkemli değildi. Sığ sularının dibi görünüyordu. Fakat bunlardan daha güzel olanı şeffaf, duru, sakin, bilge ve güven vericiydi. Ayda dere tabanına boylu boyunca uzandı ve bütünüyle suyun altında kaldı. Nefesi yettiğince dayandı ve bu kısacık anda bile dereyle arasındaki muhteşem uyumu tüm benliğinde hissetti. Ay, yukarıdan hoşnutluk içinde izliyordu mucizesini. Yaralar sarılmış, umutlar tazelenmişti… Nehrin kıyısına sık sık gelenler olsa da bunlardan pek azı nehirle ilgileniyor, onu umursuyordu. Şöyle bir bakıp karanlık, derin ve dalgalı sularının ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünüyor, onun sularında bulunmak ya da ona aşık olmak gibi bir düşünceyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. Daha çok sularına oltalar, ağlar atarak, kıyısında piknik yaparak, ürünlerinden, serinliğinden, enerjisinden faydalanmaya çalışıyor, onu doğadaki çeşitliliğin bir parçası olarak görüyorlardı. Birbirlerine sık sık nehrin akıntısına kapılanların ne şekilde boğulup can verdiği, taştığı zaman ne büyük yıkımlara sebep olduğunu anlatıyorlardı. Nehir bütünüyle azgın bir duruma geldiğinde içine düşenlerin ve mucizevi bir şekilde hayatta kalanların hikâyeleri ise efsanelere dönüşmüştü nesilden nesile aktarılan… Nehir, kendisini özel hissetmesine neden olan şeyin Ayda’nın aşkı olduğunu geç de olsa anladı ve o andan itibaren çektiği acı hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük oldu. Ayda için şarkılar söyledi durmaksızın bin bir umutla… Fakat o, şarkısını duymuyor muydu? Gelmemişti hiçbir seferinde… Sonra onu son gördüğü anı anımsamaya çalıştı, defalarca yaptı bunu… Hatırlamadı… Yine de şarkı söylemekten vazgeçmedi onun duyup da geri dönmesini umut ederek. Onu son gördüğü anı hatırlamayı, zamanı geriye döndürmeyi öylesine istiyordu ki… Eğer onu bir daha göremeyeceğini bilse farklı davranır, en azından hafızasına kazırdı onu…
Ayda, dere ile öylesine uyum içindeydi ki gündüzleri balığa dönüşüyor, derede yüzüyordu… Geceleri ise tam tersi oluyordu… Dere vücut buluyor, kıyısındaki kulübelerinde Ayda’yla yemek yiyor, müzik dinliyor ve uyuyordu. Bu huzur ve mutluluk tablosu içinde Ayda’nın nehre hissettiği büyük aşk yoktu belki ama ad veremediği, tanımlayamadığı pek çok başka şey vardı. Dere; sadakâte, saygıya ve sevgiye değerdi. Rüzgâr, Ayda’nın kulaklarına sık sık nehrin şarkısını, getiriyordu. Ayda, gözlerini kapatıp yüreğinde çağlayan o muhşetem ezgiyi dinliyor, çağrıyı duyuyor ve nehri hatırlamaktan öte bir şey yapmıyordu. Özlem Aytek

25 Nisan 2021 Pazar

KİTAP ÖNERİ - 12 - ÇATALHÖYÜK - R. Shener - Sander Kitap

KİTAP ÖNERİSİ R. SHENER'den, 12-ÇATALHÖYÜK Ghods of Zargon Serisi, 1. Kitap Gizem, Suç, Komplo, Felsefi polisiye roman Tarih boyunca dünyanın farklı yerlerinde, birbirinden bağımsız gibi görünen cinayetler, yerel güvenlik güçleri tarafından çözülemeyen dosyalar arasındaki yerini almış, burada tozlanmış ve unutulmuştu. Bilinen tarihin çok öncesinde başlayan savaşın bugün geldiği noktada, kontrolümüzün dışında kalan ve anlam veremediğimiz olaylar giderek sertleşmiş, insanlığın varlığını tehdit eder hale gelmişti. İyilerle kötülerin ayırt edilemediği bir gerçeklikte, içinde bulunduğu savaştan habersiz olan insanoğlu, geleceğinin, varlığını dahi bilmediği güçlere bağlı olduğundan habersizce yaşıyordu ya da yaşadığını sanıyordu. Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değildir. "Çatalhöyük'te kaza süsü verilmiş bir cinayetin izini süren arkeolog ve tarihçi Ryan; kendini, uğruna medeniyetlerin kurulup yıkıldığı bir komplonun içinde bulur. Bilmemizi istedikleri kadarıyla yetinmemiz onlar için ideal olandır çünkü bilinmeyenin ortaya çıkmasıyla bilinen bütün değerler ve birçok güç dengesi yerle bir olacaktır. Gerçeklerin bize anlatıldığı gibi olmadığını anladıkça biz de Ryan gibi dünyaya ve çevremize olan bakış açımızı değiştireceğiz. Bu elbette ki bazılarını rahatsız edecek ama değişim tohumu bir kez ekildi mi önüne geçilemez."

3 Ekim 2020 Cumartesi

KİTAP ÖNERİ: DENİZ KOKAN ÖYKÜLER - Gizem KODAK - Ömer ASMALI

 DENİZ KOKAN ÖYKÜLER

Gizem Kodak - Ömer Asmalı


Ülkemizde deniz ve denizcilik sevgisini arttırmak için kaleme alınan ‘Deniz Kokan Öyküler’; Yüksek Denizcilik Okulu sıralarında başlayarak, Dünya'nın bambaşka köşelerine uzanan maceralarla dolu! Ve okura Türk ticaret denizciliği gemi hayatından, kahkaha dolu masmavi pasajlar sunuyor…

Yayın Tarihi: 27.06.2020
ISBN: 9786257872973
Baskı Sayısı: 1. Baskı
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 114
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 13 x 19.5 cm

KİTAP ÖNERİ - Hayvanlar Senfonisi - DAN BROWN - Altın Kitaplar Yayınevi

 HAYVANLAR SENFONİSİ

DAN BROWN HEM YAZDI HEM BESTELEDİ. 

MÜZİK, EĞLENCE VE RENGARENK RESİMLERLE DOLU SAYFALAR ÇOCUK OKURLARLA BULUŞUYOR. 


Maestro Fare ve müzisyen arkadaşlarıyla ormanların ve denizlerin derinliklerinde gezin! Kitabın içinde büyük mavi bir balina, hızlı çitalar, minik böcekler ve zarif kuğularla karşılaşacaksın. Üstelik her birinin seninle paylaşacağı bir sırrı var. Yol boyunca Maestro Fare’nin senin için bıraktığı sürprizleri bulabilirsin. Örneğin; saklanmış bir arı, ipuçları veren karışık harfler, hatta çözmen için şifreli bir mesaj. New York Times’ın en çok satanlar listesinin bir numaralı yazarı Dan Brown, son derece eğlenceli, gizemli ve müzikli bu ilk resimli kitabı Hayvanlar Senfonisi ile çocuklarla buluşuyor. Ücretsiz bir uygulama ve Dan Brown tarafından bestelenmiş müzikler içeren bu müthiş kitabı yakından tanımaya ne dersiniz?

2 Eylül 2020 Çarşamba

Özlem Aytek’e 4 soru | Mehmet Özçataloğlu

Özlem Aytek’e 4 soru | Mehmet Özçataloğlu 



Hazırlayan: MehmetÖzçataloğlu

1. Neden çocuklar için yazıyorsunuz?

Okuma yazmayı öğrendiğimde önce Türkçe ve Hayat Bilgisi kitabıma hayranlık duymuştum. Bu hayranlık öykü kitaplarını okumaya başladığımda aşka dönüştü. Kitap yazmak ve resimlerini de çizmek hayaliyle yaşamaya başladım. Kantinden tost almam için verilen harçlıklarımın tamamını öykü kitapları almak için biriktirirdim. Evde küçük bir dolabın üzerindeki düğmeleri daktilo olarak kullanarak hayali kitaplar yazardım. Bir yayınevinde çalıştığımı hayal ederdim.Sonunda iş hayatınaatılma zamanım geldiğinde çalışmak için bir yayınevini seçtim. Bu, çocuk kitapları yayınlayan bir yayıneviydi. 22 yaşında kitaplarımı yazmaya başladım. Aynı zamanda editörlük yaptım. Çocuk kitabı yazmak benim kalbimde ilkokul birinci sınıfta yeşeren bir tutkuydu. Bu tutku yıllar boyunca katlanarak arttı. Ve çalışma hayatımın ilk gününden itibaren hep yayınevinde çalıştım. Kitaplardan başka hiçbir işle ilgilenmedim.

2. Okuduğunuz ilk çocuk kitabı hangisiydi? Sizde ne gibi izler bıraktı?

Okuduğum ilk çocuk romanı Fadiş’ti. Çok severek, Fadiş’le empati kurarak okumuştum. Çünkü Fadiş’le aynı yaşlarda bir kız çocuğuydum. Kitabı okurken sanki ben de romanın içine girmek istiyor ve Fadiş’in yaşadığı koşulları iyileştirmek için bir şeyler yapmak istiyordum. Kitabı defalarca okudum. Kitaplarıma çok önem verirdim. Hepsine bir numara verir ve kitaplığımda yıllar boyunca özenle saklardım.

3. Bu kitabı keşke ben yazsaydım, dediğiniz bir kitap oldu mu?

Bu kitabı yazmayı çok isterdim dediğim kitaplar Alice Harikalar Diyarında ve Tom Sawyer’dır. Bu iki kitabın felsefesi, her okuduğumda yeni bir özelliğini keşfetmem, mantık kavramını uyarması, içindeki gizli matematik oyunları ve zihnimde uyandırdıkları derin düşünceler beni hâlâ etkilemektedir. Bu nedenle bulabildiğim yerli yabancı farklı basımları kesinlikle edinir ve bir kez daha hiç okumamışçasına okurum.

4. Çocuklara yönelik kitaplardan en son hangisini okudunuz? Kitapla ilgili düşüncelerinizi kısaca belirtebilir misiniz?

Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları okuduğum en son kitaptır. Gerçekten beni çok etkiledi. Hayal gücünün gizemli olaylarla birlikte kurgulandığı, her yaş için, zekânın yaratıcı yönünü besleyen, sürükleyici, müthiş bir kitap. Kahramanları, olay örgüsündeki kusursuzluk beni ayrıca etkiledi.

edebiyathaber.net (2 Eylül 2020)

1 Haziran 2020 Pazartesi

Kısa Öykü Oku - MARTILARI BESLEYEN ve GÜZEL - Özlem AYTEK

Kısa, Özgün Öykü Oku

Martıları Besleyen ve Güzel

Yazan: Özlem AYTEK



Martıları besleyene doğru yaklaştı Güzel. Dikkatini çekebilmek için duruşunu dikleştirdi, gerindi, en etkileyici hâlini gözler önüne sermeye çalıştı. Onun kendisini görmesini ve selamlamasını bekledi. Hatta, kur yapabilme umuduyla, martıları beslemek bahanesine sığınarak kendisini yanına davet etmesini... Ne yazık ki istediği olmadı; martıları besleyen, bakışlarını bu beyaz ve sevimli su kuşlarından ayırmadı. Kalp atışları hızlandı Güzel’in. Kendisini yok sayan ve kuşları daha çekici bulan bu küstah da kimdi? Sanki hırsı vücut bulmuş, iri kollarıyla onu tam da arkasından, martıları besleyene karşı hızla itiyordu. Sonunda yeterince yaklaştığında, alaycı ve küçümser bir ses tonuyla:

- Çirkin görünüyorsun dedi. Senden korkmalı mıyım?

Martıları besleyen, ürküp kaçan beyaz kuşları gözden kaybolana kadar izledi ve hemen sonra yere eğdiği başını ağır ağır yukarı kaldırdı. Karşısındakiyle göz göze mi gelmeliydi, yoksa bakışlarını mı kaçırmalıydı? Nefrete mi bürünmeliydi bu patavatsıza karşı ya da ta derinlerinde hissettiği o tuhaf sızının akıp giderek izlediği yolu istemsizce takip mi etmeliydi? Sonunun nereye varacağını kestiremediği... Bir nehre karışacak dere miydi bu akıp giden, yoksa gürül gürül çağlayarak denize dökülecek azgın bir nehir mi? 

Sızıyı boşverdi. Patavatsıza haddini de bildirmeyecekti. Fark ettirmeden, kaçamak bir bakış fırlattı ve o anda onunla göz göze gelmemesi gerektiğini anladı. Ona duyacağı hayranlığı gizleyebilmesinin imkansız olduğu gerçeği inkar edilemezdi. Bakışları daha ilk anda onu ele verecekti... Onun kibrini beslemek şu anda hiç de isteyeceği bir şey değildi. O yokmuş gibi davranmaya devam etti. Sessizliğin, huzuru korumak konusunda en işe yarar örtü olduğunu öğreneli çok uzun zaman olmuştu.

Güzel, agresifleşti birden ve daha fazla dikkat çekmek için önce sesini yükseltti. Bununla istediği etkiyi elde edemeyince karşısındakini yaralayacak, öfkelendirecek,  kontrolünü kaybettirebilecek kelimeleri bulmaya çalıştı zihninin derinliklerinde. Aralarından en kötüsünü seçmekte zorlanıyordu. Her biri bir öncekinden daha acımasızdı ve bu kelimeler bile epeyce rahatsızlık duymuşlardı onun ağzından dökülürlerken. 

Martıları besleyen, bu sözleri sessizlik içinde dinlerken, içinde akıp giden o sızıntının, çağlayarak denize dökülen azgın bir nehir olduğunu anladı. Sevmedi bu nehri. Karşısındakinin hamlelerine umarsız kalmakta ve tuzağa düşmemekte kararlıydı. Bacağını öne doğru uzattı, baş parmağının ucuyla yerdeki bir çakıl taşını denize doğru fırlattı. Taş, denize ulaşmayı başaramamış, az öteye kadar sıçrayabilmişti sadece. Dikkatini bir sonraki taşı ondan uzağa sıçratıp sıçratamayacağına odakladı. Kendisine durduk yere sataşan güzeller güzelinin amacının ne olabileceğini düşündü bunu yaparken.

Güzel, yükselen sesine eşlik eden, acımasız sözlerinin, martıları besleyen üzerinde beklediği etkiyi yaratmadığını anladı. Sanki hiçbirini işitmemiş gibiydi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Hırs, kudurmuş bir köpek gibi kalbinin bir duvarından diğer duvarına çarpıyordu. Gözlerini kin bürümüştü ve kendisini az önce tekmelenen çakıl taşları kadar küçülmüş hissediyordu. Yerde duran iri bir taşa baktı. Bununla martıları besleyene saldırmaya, ona zarar vermeye karşı büyük bir istek duydu. Fakat bunu yaparak istediği sonucu elde edemeyeceğini bilecek kadar öngörüye sahipti. Sonra onu tekmelemeyi, ona yumruklar atmayı düşündü. Onun güçlü ve kaslı kollarını, bacaklarını görünce bunun yararı olamayacağını anladı. Bulunduğu yerde tepinmeye, haykırmaya ve ağlamaya başladı. Hırsı, kibri ve öfkesi; deliliğin en şık kırmızı elbisesini giydirmiş gibiydi ona. Kötülüğün en sevdiği üç hâline bürünmüş gözleri ağlamaktan şişmiş ve kanlanmıştı. Kıpkırmızı olan burnu yalancı Pinokyo’nunki kadar uzamış gibi görünüyordu bu yeni rengiyle. 

“Artık ona dikkatle bakabilirim.” diye düşündü martıları besleyen. Onun yeni hâline uzun uzun, hiçbir duygu belirtisi olmadan bakarken, gözleri bala batırılmış gibi parıldıyordu. İlk kez gülümsedi ve sanki kumsal daha önce hiç bu kadar aydınlık olmamıştı. Ardından: “Koşullarımız değişti. Konuşmaya en baştan başlamaya ne dersin?” diye sordu. Kelimeleri de bakışları gibi, bala batırılmış gibiydi. 

Güzel sendeleyerek geriledi. Onun, gerçekte çirkin değil; aksine büyüsüne kapılmadan edemeyeceği kadar çekici olduğunu fark etti birden. Ve şu anda, kendi gerçekliğini en çirkin hâli ve tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiğinin farkındaydı. Görünmez olmayı dileyerek uzaklaşırken kendisini hiç bu kadar çirkin hissetmemişti.

Güzel’in gözden kaybolduğunu gören martılar yeniden kendilerini besleyenin çevresinde toplandılar. Onun attığı küçük lokmaları sevinçle ve keyifle yemeye koyuldular. Martıları besleyenin, bu sevimli kuşlara söylediği şarkı, tatlı tatlı esen melteme karışıyor ve kumsaldan kumsala dolaşıyordu.

18 Nisan 2020 Cumartesi

HERKESİN ISTANBUL'U BAŞKA - Bir Şiir - A Poem



HERKESİN ISTANBUL’’U BAŞKA

Herkesin başka bir İstanbul’u var.
Renklerini farkına varamadan seçtiği
Hangi rolü sahneleyeceğini bilmediği...

Lodosu dinlerken
Martıların, denizin tınısına
Kalabalığın ve anıların gürültüsü karıştığında
Herkese farklı bir şarkı besteler İstanbul,
Tuhaf ve eşsizdir müziği.
İstemsizce çınlar kulaklarda.
Payına hangi ezginin düşeceğini kim bilebilir?
Herkesin bir İstanbul hikayesi 
ve kendi ezgisi var.
Herkesin başka bir İstanbul’u var.
                                                    Özlem AYTEK

27 Aralık 2019 Cuma

Kısa Öykü- CİBALİ KARAKOLUNDA ESRARENGİZ BİR VAKA



Kısa Öykü

Yazan: Gizem KODAK





Cibali Karakolunda Esrarengiz Bir Vaka

Sekiz deniz tanrısı güneşli bir cumartesi gününde Cibali Karakolu’na düştüler.
Nasıl olduğunu kimse anlamamıştı?
Her zaman ki hafta sonu toplantılarından biri için Peneus Irmağı’nın kenarında buluşmuş ve su kürenin geleceği üzerinde biraz mütalaa yapmak için Tanrılar Kahvesi’ne doğru yola çıkmışlardı. Sabahın erken saatleriydi... Peneus ırmağı sakin, su perileri uykuda idi... Sabah haberlerini vermek için Hermes bile ortalıkta görünmüyordu...
Günün en güzel zamanı diye düşündü Poseidon,
“Etrafta fazla gürültü patırtı yokken şu masaya oturalım.”
Böylece, yuvarlak bir masa çevresindeki renkli sandalyelere oturup hararetli bir sohbete başladılar... Ancak bir süre sonra, masadaki boş bir sandalye dikkat çekmeye başladı, genç deniz tanrıçası Oekanides, bir an için ortadan kaybolmuştu. Dakikliği ile bilinen tanrı Nereus, büyük bir ciddiyetle etrafına bakındı. Masanın yaşça en büyüğü olan; ‘ilk suların tanrısı’ Phorcys, sarı saten mendiliyle alnında biriken deniz tuzu tanelerini siliyordu... Kısa bir sessizliğin ardından Tanrıça Amphitrite sandalyesinden doğrulup alt bahçeye doğru baktığında Oekanides’i gördü.
Genç deniz tanrıçası, birkaç basamak aşağıdaki avluda, eski bir ahşap kapının önünde durmuş merakla kapıyı inceliyordu. Kırmızı pelerinini, siyah saçlarının arkasına savuran Amphitrite,
“Kapıyla oynamamalısın tatlım, haydi masaya dön” diye seslendi.
Ancak kapı oldukça esrarengizdi ve Oekanides kapıyı aralamak için müthiş bir istek duyuyordu. “Amphitrite! Bunu mutlaka görmelisiniz, bu kapı adeta bir duvarın üzerine örülmüş!” dedi heyecanla.
Gerçekten de avlu duvarının önünde duran ve hiçbir yere açılmayan bir kapıydı bu... İki ahşap kanadının arasından gözüken kırmızı tuğlalar büyük bir sırrı saklar gibiydi... Bir süre sonra, merakına yenik düşen tanrılar da kendilerini bu gizemli kapının çevresinde buldular.
“İlginç...” dedi Proteus. “Daha önce bu kapıyı hiç görmemiştim”.
Su dünyasını karış karış bilmesiyle ünlü olan Proteus, deniz canlılarının çobanıydı ve bu yönüyle bir nevi turist rehberi sayılırdı. Dakik deniz tanrısı Nereus ise kapı önünde yapılan tüm bu konuşmaların zaman kaybı olduğunu düşünerek Poseidon’a bakıyordu. Daha fazla meraklı bakışla göz göze gelmek istemeyen Poseidon, kapıyı açmaya karar vermişti.
İşte ne olduysa o an oluverdi! Poseidon kapının kollarını çevirir çevirmez sekiz deniz tanrısı da kendilerini bir anda bambaşka bir dünyanın içinde buluverdiler!
Sabah saatlerinde Fatih dolaylarında şık bir restoran olarak işletilen görkemli bir su sarnıcının kapısı, garsonların şaşkın bakışlarıyla aralanmış ve kulak tırmalayan bir gıcırtıyla içinden sekiz kişi çıkıvermişti!
Sekizi de şaşkınlıkla birbirlerine bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken, restoranın müşterileri de aynı şaşkınlıkla sonlara bakıyordu.
“Sana o kapıyla oynamamanı söylemiştim!” dedi Amphitrite.
“İyi de kapıyı açan ben değildim ki!” diye karşılık verdi Oekanides.
Proteus,
“Muhtemelen artık Peneus’da bile değiliz!” diye mırıldandı.
Nereus’un iyice canı sıkılmıştı, saatine yeniden bakarak
“Bu durumu çözmek epey zaman alacak” dedi.
Elindeki 3 uçlu asayı saklamaya çalışan Poseidon ise hepsinden daha zor durumdaydı. “Bunların hepsi sizin suçunuz, o kapıyı kurcalamasaydınız bunların hiçbiri başımıza gelmeyecekti!”
Yazık ki asayı saklayabilecek bir yeri yoktu.
Bu sırada restoran sahibi, kadife halılarla bezenmiş abartılı merdivenlerden koşar adım inerek, “Sessiz olun! Sessiz olun!” diye bağırıyordu.
Phorcys,
“Biraz daha yaklaşırsa, şu kıl kuyruğu zehirli bir deniz anasına çevireceğim” dedi.
Grubun yaşça en büyüğü olmasının yanında, bu gibi hareketlere ayrıca bir tahammülsüzlüğü vardı Phorcys’nun. Nereus, onu sakinleştirmek için birkaç adım ilerideki sandalyeyi çekerek oturmasını istedi.
Restoran sahibi,
“Siz de kimsiniz! Müşterilerimi korkutuyorsunuz!” deyince o vakte kadar hiç konuşmamış olan yakışıklı Triton, bu can sıkıcı ölümlüyü tek eliyle boynundan yakalayarak havaya kaldırdı.
Su sarnıcı, müşterilerin çığlığıyla yankılanıyor, restoran görevlileri deniz tanrılarını sakin olmaları konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Neyse ki kargaşa fazla uzun sürmedi, tüm bu gürültü patırtı sırasında arka sokaktan yükselen polis arabasının sesi duyulunca sekiz deniz tanrısı da saten pelerinleriyle su sarnıcından koşar adım dışarı çıktılar.
Restoran sahibinin kravatı Triton’un elinde kalmıştı...
Sekizinci tanrı olan Halaesus, oldukça soğuk kanlıydı. Falerii / Civita Castellane kentlerinin kurucusu olan Halaesus aynı zamanda usta bir arabacıydı. Elbette ki Olimpos’un atlılarına benzemeyecekti ama yine de yol üzerinden bir taksi çevirmeye çalıştı.
Yazık ki onları bu tanrısal kıyafetlerin içinde gören taksi şoförü, durumun ciddiyetini anlamamış ve bir grup delinin kendisiyle dalga geçtiğini düşünmüştü. Bu sırada, polis arabasının yaklaştığını duyan Oekanides,
“Geliyorlar!” diye bağırdı.
“Arabayı boş verin!” diye çıkıştı Poseidon. “Direk şu sokaktan içeri dalalım!”
Böylelikle Draman sokağından içeri hızlı bir giriş yapıp, restorandan tamamen uzaklaştılar. İnsanların bakışlarından oldukça rahatsız olan Triton,
“Kıyafet işine bir çözüm bulmalıyız, herkes bize bakıyor” dedi.
“Önce bir nerede olduğumuzu anlasak çok daha iyi olacak” diye yanıtladı Amphitrite. Proteus, işaret parmağıyla çenesini kaşıyarak bir tahminde bulundu.
“21. Yüzyılı İstanbul’unda olduğumuzu zannediyorum” dedi.
Bu sırada Süleymaniye Camisi’nin çevresini araştıran Poseidon, daha fazla dikkat çekmemek için bir çözüm bulmaya çalışıyordu. Caminin arkasına bakan kimsesiz bir avluyu işaret ederek, “Gidelim” dedi.
Böylece sekiz deniz tanrısı dikkat çekmemek için tek sıra halinde ayak uçlarına basarak Süleymaniye Camisi’nin arkasında toplandılar. Poseidon, hafifçe yere vurarak üç uçlu asası Trident’e emretti.
“21. Yüzyıl İstanbul Kıyafetleriyle Donat Bizi!”
Bu sözcükleri söylediği anda, Süleymaniye Camisi’nin sessizliği adeta bir gök gürültüsü ile yırtılmış ve Poseidon’un başındaki taç, sarı yaldızlarla işlenmiş siyah bir şapkaya dönüşmüştü. Triton’un üzerinde şimdi deniz mavisi bir gömlek vardı; elinde kalmış olan restoran sahibinin kravatını gülümseyerek boynuna bağladı. Amphitrite’nin kırmızı pelerini ince yünden kırmızı bir kazağa dönüşmüş, Phorcys’un saten kaftanı ise bir fular şeklinde boynunu sarmıştı.
“Çok daha iyi” dedi Triton, halinden memnun bir ifade ile.
Böylece sekiz deniz tanrısı çok daha güvenli bir şekilde İstanbul şehrini keşfe çıktılar, hatta Kariye müzesini gezip, Balat da tur attılar.
“Madem İstanbul’dayız bir Türk kahvesi içmeliyiz”. Dedi Nereus,
“Haklı” diye onayladı Amphitrite. “Hem yürümekten ayaklarımız ağrıdı, biraz dinlenmiş oluruz.”
“Türklerin ‘yorgunluk kahvesi’ diye bir tabirleri vardır. Bence de bir mola vermeye değer...” dedi yaşlı bilge Phorcys. Sekiz Tanrı da bir kahve molası vermek konusunda hemfikirdi artık... Lakin tam da otantik bir kahvehaneye girecekleri sırada Balat’ın dar sokaklarından öfkeli bir ses yükseldi.
“İşte oradalar! Restoranıma izinsiz giren haydutlar işte bunlar!”
Triton, usulca arkasına dönerek boğazındaki kravatı esnetti... Sesin sahibini hatırlamıştı.
Polis arabasının camından yarı beline kadar sarkan bu tombul restoran sahibini unutmak pek mümkün değildi zaten?
Böylece, Balat’taki Agora Meyhanesi’nin önünde yakalanan sekiz deniz tanrısı iki ayrı polis aracına bindirilerek Cibali Karakolu’na götürüldüler ve deniz manzaralı bir oda da komiserin karşısına çıkarıldılar....
“Şüphelileri getirdik Mine komiserim” dedi memurlardan biri.
Lakin komiser Mine Köftecioğlu, oldukça asabi bir hanımdı.
“İyi be! Sorduk mu? görüyoruz herhalde!” diyerek payladı adamcağızı.
“Özür dilerim komiserim.” dedi memur.
“Hiçbir şey dileyemezsin!” dedi kadın.
Sekiz deniz tanrısı şaşkınlık içerisinde birbirine bakınırken Amphitrite,
“Yahu, Hera’dan bile betermiş bu komiser!” diye söylendi kendi kendine...
Bu fısıltıyı duyan komiser, mevzuyu dinlemeksizin,
“Demek özel mülke izinsiz girer ve kamu huzurunu bozarsınız ha! Atın bunları nezarete!” dedi. Sekiz deniz tanrısı, kamu huzurunu bozmaktan dolayı işte bu şekilde Cibali’de nezareti boyladı.
Ertesi gün şüphelileri serbest bırakmak için kapıyı açan memurlar, nezarethanede yoğun bir deniz kokusu dışında hiçbir şey bulamadılar?
Görgü tanıkları, gece bir aralık Haliç üzerinde yerlerini tam olarak tespit edemedikleri bir grubun kahkahalarını duyduklarını söylediler, ama kim olduklarını asla bulamadılar...
Mine komiser ise ne kadar sinirlense de şüphelilere bir daha asla yakalayamadı. Ve o geceden sonra Cibali Karakolu’ndan deniz kokusu hiç eksik olmadı...

----SON---

Diğer Kısa Öyküleri de okumak için tıklayınız

21 Ekim 2019 Pazartesi

HABER: 3C Media Agency - Yazarları ve Eserlerini yurt içi ve yurt dışında temsil eden bir ajans.

YAZARLAR için yeni bir HABER



Yazarları ve Eserlerini yurt içi ve yurt dışında temsil eden bir ajans.

Kitabınızı yazdınız ve 

şimdi ne yapacaksınız?


3C Media Agency, Yazarları ve eserlerini yurt içinde ve yurt dışında temsil etmek, bu amaçla çıktığı yolda yazarlar başta olmak üzere, ressamlara, yayıncılara konusu kitap olan pek çok alanda hizmet veren bir ajans.

Söz konusu kitapsa, basım aşamasına kadar yazarlık hakları da dahil tüm süreçleri adınıza takip eden ve eserinizin en iyi şekilde korunmasını, konusuna uygun bir yayınevinde basılmasını sağlayacak bir sistem. Siteyi incelemenizi ve eserlerinizi güvenle göndermenizi tavsiye derim.

3C Media Agency, uzman ekibiyle henüz aklınıza bile gelmemiş pek çok sorunun cevabını bulabileceğiniz önemli bir oluşum. Ayrıca kitaplarınızın yurt içi ve yurt dışı pazarlarda yerini alması için doğru adres.
Eserinize ücretsiz ön inceleme yapıldıktan sonra danışmanlık hizmeti alacağınızdan, teslim ettiğiniz eserinizin gizlilik ilkeleri, Fikir Sanat Eserleri Kanunu (telif hakları) kapsamında koruma altında olacağından emin olabilirsiniz. Kitap raflara ulaşıncaya kadar her aşamada emin ellerde olacak.

Detaylı bilgi için ziyaret edin: http://www.3cmediaagency.com/

18 Eylül 2019 Çarşamba

KİTAP ÖNERİSİ - KENDİ YOLUNDA - Kelime Yayınları

Yepyeni, özgün bir çocuk kitabı....

Okuyan Annelere duyurulur! 

KENDİ YOLUNDA




Arka Kapak Yazısı
Kendi hayallerinin peşinden koşmak için birazcık cesaret ve istek yeter de artar!

Meslek seçimlerindeki kalıplaşmış düşüncelere, önyargılara, cinsiyet ayrımlarına, herkese inat; hayallerini pusulası belleyip "kendi yolunda" doludizgin giden yedi farklı çocuk ve her birinin hikâyesi...

Bu kitaptaki tüm hikâyeler sizin için; "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna, içinizden ne geliyorsa söyleme ve gerçekleştirme cesaretini gösterin diye yazıldı.

"... ve bu yolda çalışmaktan hiç vazgeçmeyecekti."

Kaptan, yönetici, öğretmen, mucit, yönetmen, itfaiyeci, balet... Hayatlarımız birbirinden farklı maceralarla örülü birer senaryo ve biz bu senaryoyu istediğimiz gibi düşleyebiliriz. "Kendi Yolunda" da, farklı kalemlerden çıkmış öykülerin her birinde, "kararlılık, çalışkanlık, azim, cesaret, hedef belirleme" kavramlarının hayatımızda nerede durduğunu sorgulatıyor. Kevser, Pelin, Yalçın, Mucize, İpek, Selin ve Bahadır'ın maceraları, "kendi" olabilmenin hayatı nasıl da anlamlı kıldığını anlatıyor. Hayal kurmanın çocukların gelişimindeki yerine ve onları bu yolda desteklemenin önemine değinen bu kitap, günümüz çocuklarına iyi bir rehber olacak.
Dr. Çiğdem Mollaibrahimoğlu
Türkçe Öğretmeni .


Kitap hakkında daha fazlası için aşağıdaki güvenli linke tıklayabilirsiniz
http://www.bengusuozcan.com/teknoloji-psikoloji-gelecek/kendi-yolunda/ 


Güvenli bir satın alma linki

https://www.kitapyurdu.com/kitap/kendi-yolunda/509961.html&publisher_id=1791

Yayın Tarihi
ISBN6054969555
Baskı Sayısı1. Baskı
DilTÜRKÇE
Sayfa Sayısı104
Cilt TipiKarton Kapak
Kağıt Cinsi1. Hm. Kağıt
Boyut13 x 20 cm










14 Eylül 2019 Cumartesi

KİTAP ÖNERİ- KÖR ADIM - Yılmaz ŞENER

EYLÜL AYI KİTAP ÖNERİSİ

Yazarın son kitabı Yeni Çıktı!!!
KÖR ADIM 
Yazan: Yılmaz ŞENER

Yılmaz Şener, Kör Adım romanıyla matematiği hasıraltı etmemiş yazarlardan olduğunu gösteriyor. 


“Güneşin yeniden doğması başka bir günü getirmiyor, sadece dünü uyandırıyordu. Yarını olmayan tek yapraklı bir takvimin içinde oyalanıyorlardı. Zaman burada geçmiyor, çürüyordu. Çürürken de içinde oyalanan her şeyi kendisiyle beraber çürütüyordu. Bazen güneş bile çürüyordu buralarda. Asılı kaldığı yerde, dağların arkasına saklanana dek, sahip olduğu ışığıyla çürümüş bir koku yayardı.”


Merak uyandıran kurgusu, nefes alıp veren karakterleri ve okuma iştahını açan diliyle başucu kitabı hâline gelecek bir eser vadediyor okuruna. 


Başkahraman dönüştükçe dil de dönüşüyor. İlk okunduğunda önemsiz gibi görünen ayrıntılar roman ilerledikçe bir yapbozun parçaları gibi boşlukları dolduruyor. Faili meçhul bir cinayetle hayatı değişen bir çocuğun büyüyüp olgunlaşma sürecini ve doğduğu topraklara geri döndüğünde başına gelenleri konu edinen Kör Adım okuru fethedecek bir roman.

Güvenli Satınalma Linki
https://www.kitapyurdu.com/kitap/kor-adim/512226.html&filter_name=kör%20adım





YILMAZ ŞENER HAKKINDA
1982 Sancak doğumlu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudu.
Kitapçı, Tefrika, Sabitfikir dergilerinde kitap eleştirileri ve kısa hikâyeler yazdı.
Kitapsever dergisinde yazıları devam etmekte.
İstanbul’da yaşıyor.


Yayın Tarihi2019-09-05
ISBN6057762016
Baskı Sayısı1. BaskıDilTÜRKÇE
Sayfa Sayısı206
Cilt TipiKarton 
KapakKağıt 
CinsiKitap Kağıdı
Boyut13 x 19.5 cm

31 Temmuz 2019 Çarşamba

KISA ÖYKÜ OKU - Özgürlük, Rüzgâr ve Serçe Tüyü - Özlem AYTEK




YAZAR Köşesi
KISA ÖYKÜ-
Yazan: Özlem AYTEK                     




ÖZGÜRLÜK, RÜZGAR VE SERÇE TÜYÜ 




Kadın burnunu mendiliyle sert bir şekilde sildi.
“Ağlamıyorum. Grip olmuşum.”
“Ağlama zaten. Bundan hoşlanmıyorum.”
Kadının sessizliği ve tepkisizliği adamın işini zorlaştırıyordu. Onun ağzından henüz çıkmamış kelimelerin ağırlığının altında ne yapacağını şaşırmıştı. Oysa uzun ve dehşetli bir kavgaya dönüşecek sıkı bir tartışma için hazırlanmıştı haftalardır. Şimdiyse ne diyeceğini şaşırmış bir halde kesik kesik soluyordu. Hiçbir şey söyleyemedi. Karşısındaki herhangi bir şeyi merak etmemiş ve sormamıştı. Durup dururken açıklamak anlamsız olacaktı.
“İyi, ben gidiyorum.”
“Git.”
Kadın ona bakmıyordu. Pencereden içeri neşeli bir şekilde giren serçe tüyüne odaklanmıştı. Paytak bir ördek gibi kırıtıyordu kabarık, küçük, mavi kuş tüyü. Hafif rüzgârın eşliğinde bir sağa bir sola yalpalayarak uçuşuyordu. Odanın ortasına geldiğinde rüzgârın etkisini yitirişiyle kendisini sehpanın üzerine bırakıverdi.
Adam, kadına birkaç kez kararsız bir şekilde baktıktan sonra sanki söylemek için sabaha kadar uyumayarak zihninde canlandırdığı ve sonunda ancak güneş doğarken özetleyip ezberleyebildiği replikleri; kurumuş, bayat, kocaman ekmek parçalarını susuz bir şekilde yutmaya çalışıyormuşçasına üst üste yutkundu. Bu kadarına hazırlıksızdı. Bir felaket sahnesi beklentisi içindeydi oysa… Camları titretecek çığlıkları, haykırışları, duvarlara fırlatılacak kadehleri, tabakları hayal etmişti. Kararsızlık içinde bir iki saniye durduktan sonra daha fazla uzatmanın bir anlamı olmadığını fark etti. İçerideki sessizliğin kasveti ve ağırlığı dayanılacak türden değildi. Kapıyı yavaşça kapatıp sokağa çıktı. Tam da bu anda derin bir nefes alacağını ve rahatlayacağını hayal etmişti. Bu da düşündüğü gibi olmadı. Yapamadı. Yeni bir başlangıcın esenliğini duyumsamak için kendini zorladı. Sonunda özgür olduğunu düşünerek sevinmek için bir hamle daha yaptı. Hiçbir şeyi açıkça konuşamamıştı ama gerek var mıydı ki koskoca insanlardı, her şey apaçık ortadaydı işte. Anlayan anlamıştı.
“Beklediğimden kolay oldu.” Diye düşünürken tuhaf ve hoşuna gitmeyen bir duygu bürüdü tüm benliğini.
Kadın, kapının sessizce kapanmasının ardından ayağa kalktı. Gözü masaya konan serçe tüyüne adeta kilitlenmişti. Yaklaşıp onu aldı ve saklamak için her zamankinden farklı, güzel bir yer aramaya başladı. En sonunda ucuna yapıştırıcı sürüp müzik kutusunu saran kadifenin kenarına sabitledi. Yani her zamanki yere... Sonra kutunun kapağını açtı. Balerin büyüleyici bir ezgi eşliğinde dansını yaparken küçük tüy de hemen yanı başında, iliştiği yerde, bu kez balerinin dönüşü sırasında yarattığı minik rüzgârın etkisiyle titreşiyor, sanki o da kendi muhteşem dansını sergiliyordu.
“Ne uyum ama!” dedi kadın hayranlıkla. Sonra dönüp artık yalnız başına kalmış olduğu odanın her köşesini süzdü. Her biri kendi tarzına özgü olan eşyaları özenle seçmişti.
Bu eşyalar, seçilip eve geldikleri dönemde kadının o günlerdeki yaşamına ait tüm kesitleri ve anıları hafızasında tutan birer zaman makinesi gibiydiler ve kadını sık sık zamanda yolculuğa çıkarıyorlardı. Kadın eşyalarına gülümseyerek baktı. Onları sevdiği için seçmişti ve geçmişi hatırlatmalarını bir suç olarak görmeyecek, onları asla gözden çıkarmak istemeyecekti. Tıpkı sevdiği tüm diğer şeyler gibi onları da koruyacaktı… Yaşamış olduğu her günü sevdiğini ve unutmak istemediğini düşündü. Evet… Geçmişini, bugünü ve yarınını seviyordu. Kendisine dair olan her şeyi seviyordu. Umudu sonsuzdu. Umut ve sevgi kadın için değerli bir duyguydu.
Müzik durmuştu. Balerin ve tüy öylece yan yana duruyorlardı şimdi. Kadın kutunun kapağını kaparken balerini gözleriyle selamladı. Şimdi tüy, kutunun kenarındaki köşesinde dimdik ayakta duruyor, kapağın açılacağı ve balerini yeniden göreceği anı bekliyordu. Kadın onu da selamladı.
“Onu sık sık göreceksin! Endişelenme.”
Kadın mutfağa giderek bir kahve pişirdi ve sigara paketinden bir tane alarak yaktı. Dumanını pencereye doğru üflerken kahvesini yudumladı. Şahane bir andı… Kan dolaşımının hızlandığını, kalbinin kanatlandığını ve verdiği her nefesle birlikte ağzından başka bir şeylerin de uçup gittiğini hissetti. Karanlık ve ağır; is gibi, kapkara ve yapış yapış bir madde verdiği her nefesle birlikte ağzından dışarı boşalıyordu. Sanki içindeki ağırlığı kusuyordu kadın ve bu isteği dışında oluyordu. Verdiği her nefesle birlikte rahatladığını hissediyordu. Bu sırada cep telefonu çalmaya başladı. Uzanıp baktı ve ekranda en sevdiği ismi gördü: Nihal…
Telefonu açtı.
“Bitti.” Dedi.
Karşısındakinin sesi heyecanlıydı ve serçe gibi cıvıldıyordu. Kadın onu dikkatle ve gülümseyerek dinledikten sonra bu kez:
“Gitti.” Dedi.
Telefonu kapattığında iki taraf da hâlinden hoşnuttu. Nihal bunun gerçekleşmesini kadından çok istiyor, adamı en sevdiği arkadaşının hayatında kara bir bulut gibi görüyordu. Tüm mutlulukları gölgeleyen, arkadaşını üzen ve hiçbir şekilde değer görmeye lâyık olmayan kara, sefil, karanlık bir bulut… Üstelik onu defalarca farklı farklı kadınlarla görmüş, aynı iş yerinde çalıştığı için onun tüm sadakatsizliğine tanık olmuştu. Bu sessiz tanıklığın ağırlığı her geçen gün artarken yolların ayrıldığı bugün, bir bayram günü tadındaydı Nihal için.
Kadın kararlıydı. Evini ve sahip olduğu hiçbir eşyayı değiştirmeyecekti. Gidenle ilgili anıları, ağzından kustuğu o balçık gibi isle beraber uçup gitmişti sanki. Daha sevecen gözlerle baktı eşyalarına. Akşam ne pişireceğini düşünmeye başladı ve Whatsupp’tan Nihal’e bir mesaj attı:
“Akşam yemeği için seni bekliyorum. Bir şişe şarap alıp gel. Kutlayalım.”
“Uçarak geleceğim. Semih de gelir.”
“Anlaştık.”
Her şey tamamdı. Sofra kurulmuş, yemekler yenmiş, sıkı dostlar ellerini havaya kaldırarak kadehlerini sevinçle tokuşturmuşlardı. Kısık sesle dinledikleri Yunan ezgileri bu muhteşem anı taçlandırmıştı.
Dışarısı soğuktu. Adam siyah paltosunun tüm düğmelerini boğazına kadar iliklemişti. Atkısını boynuna üç kez doladıktan sonra cebinden çıkardığı yün bereyi de başına geçirdi. En gözde sevgilisinin apartmanının önündeydi. Kadın hayal kırıklığı içinde pencereden onun gidişini izlerken adam düşünüyor, yeni elde ettiği bu sınırsız özgürlüğü çırılçıplak kalmakla özdeşleştiriyordu. Çok özgürdü... Çok... Bundan daha özgür olmak imkansız gibi göründü gözüne... Tuhaf bir şekilde bu yeni hâlini tuzsuz yemeğe benzetti. Ya da daha tuhafı yemeği olmayan baharatlara... Evet, evet tam da bu cümle karşılıyordu duygularını. Ortada bir tabak var ve her türlü lezzetli ve kokulu baharatlarla, tatlandırıcılarla bezenmiş. Fakat tabakta yemek yok. Baharat neyi lezzetlendirecek? Her zaman yanında olmak için bir fırsat aradığı sevgilisinin tüm çekiciliğini yok eden yeni kavuştuğu özgürlüğü müydü? Flört ettiği herkesi istediği an arayabilirdi… Fakat isteksizdi. Bunu yapmak istemedi. Özgür olmanın düşündüğünden çok daha farklı bir anlamı ve sorumluluğu olduğunu fark etti. Özgürlüğü taşımak, özgürlüğün saygınlığına layık olmak ve özgürken mutlu olmak zor işti. Çünkü özgürlükle; yalnızlık, özgürlükle pervasızlık ve çirkinlik ve özgürlükle kişinin kendisine ördüğü duvarlar arasında çok ince bir çizgi vardı. Özgürlükle, kendine olan saygını korumanın arasındaki çizgiyse saç telinden daha inceydi. Farkındalığının kapıları ardına kadar açılmıştı. Burnunda tüten tek şey kullanmaya alışkın olduğu kahve makinesi, fincanı, tv izlediği kanepesi...
Yeterince yürüdüğünde cebinden anahtarını çıkardı. Her zaman satın almanın hayalini kurduğu, yepyeni ve kullanmaya hiç alışkın olmadığı eşyalarla dolu olan yeni evine girdi. Yeni ev, yeni yaşam ve hayalini kurduğu her şeye sahipti ama tuhaf bir şekilde gözünü sabaha kadar ayıramadı cep telefonunun ekranından. Kadını aramakla aramamak arasında milyonlarca kez gidip geldi düşünceleri. Sabah, gözlerini kamaştıran güneş ışıklarıyla açtı gözlerini. Pencereden içeri hafif rüzgâr eşliğinde süzülerek giren martı tüyüne baktı. Uzanıp onu yakaladı. Güzel, hafif ve rahatlatıcıydı. Doğaldı ve yanında duracağı her şeyle muhteşem bir uyumu yakalayacağı kesindi. Adam kalktı. Sabah sersemliğiyle gözleri konsolun üzerinde duran müzik kutusunu aradı. Buldukları kuş tüylerini hep o kutuya yapıştırırlardı kadınla birlikte ta ki tüy iliştiği kadifenin üzerinde yok olup gidene kadar. Her şey gibi müzik kutusu da eski evinde kalmıştı. Balerinin dansını ve ona eşlik eden müziği düşünürken kalbinin ta derinliklerinden gelen o duyguyu bir kez daha duyumsadı. Acıtıyor muydu? Sevmedi bu duyguyu. Hayatındaki her şey yepyeniydi, evi, işi, eşyaları ve tüm diğer her şey. Eski yaşama dair küçük bir obje bile yoktu elinde. Bu kadar yeninin arasındayken nasıl olup da eskinin içinden çıkamadığını, çırpındığını fark etti bir anda. İşte, farkındalığın kapısı bir kez aralanmayagörsün insanı böyle yerden yere vururdu. Adam düşündü: “Acaba üzgün müyüm?”
Kadınsa eskiden beri yaşadığı bu evde, eski eşyalarının arasında eskiden beri yapmakta olduğu gibi işe gitmek üzere uyandı. Bu kadar eskinin arasındayken nasıl olup da yepyeni bir yaşama başladığını, aldığı her nefesin kendisini yeni başlangıçlara hazırladığını ve gelecekte yaşamının muhteşem bir hâl alacağını hissetti. Sanki bugünden öncesini hiç yaşamamıştı. Yenilenmişti. Otobüsü yakalamak için sokakta hızla yürürken hafifçe esen rüzgâr saçlarını neşeyle sağa sola savuruyordu. Tıpkı serçe tüyünün pencereden içeri süzülürken yaptığı gibi. Kadın cebinden lastiğini çıkarıp onları ensesinde toplamaya çalışırken uçuşmakta olan saçlarını bir araya getirmekte güçlük çekiyordu. Neşeli bir oyun gibiydi. O belli bir kısmı her yakaladığında rüzgâr diğer tutamı elinden alıyor ve yeniden uçuruyordu. Sonunda başardığında kendi kendine gülümsedi. “Eğer bu bir oyunsa rüzgâr ben oynamaya hazırım.” Dedi neşeyle.


                                                                                                                                                Özlem AYTEK                 
-->

10 Haziran 2019 Pazartesi

KURŞUN KALEM - Mutluluk Üzerine - Özlem AYTEK

YAZAR Köşesi
DENEMELER-
KURŞUN KALEM

Özlem AYTEK                                 MUTLULUK ÜZERİNE 



                                                10 Haziran 2019

Gitmek istediğim yere gitmemiş olabilirim, ama olmam gereken yere geldiğimi düşünüyorum.”  Tercihlerimiz kadar mutluyuz. Doğru tabiiki... Uzaya da gitmek isteriz ama gitmiyoruz ve bunun için hiç kimse mutsuz olmuyor.
Ne demiş Mahatma Ghandi; “Mutluluk; düşüncelerin, söylediklerin ve yaptıkların arasındaki uyumdur.”  Bu uyum yakalandığında aynı zamanda yaşam orkestrasında kendi hayatımız için en ahenkli melodiyi de yakalamış olmaz mıyız? Çatlak seslerden arınmış, su gibi berrak, akan, kulaktan kalbe giden ve oradan da ruhun derinliklerinde dolaşan aslında hiç çalmayan ama hayatımızın en müthiş müziğinin ritmi... Ne harika...
Herkes konuşmuş başarmak ve mutlulukla ilgili ve daha fazla da söylenecek birşey kalmamış gibi.

Abraham Lincoln; ”Başkaları ancak kendi içinde hissettikleri kadar mutlu edebilir bir başkasını.” demiş. Ne güzel söylemiş. Başkaları tarafından mutlu edilmeyi beklemek herkesi topluca mutsuz edecek bir durum bence. Zaten ben mutluysam çevreme mutluluk saçarım. Mutlu olmak için destek beklemeyi çok tuhaf buluyorum. Tersine tüm insanların, hayvanların, hatta çiçeklerin bile mutlu olan insanları sevdiğine, onun çevresinde toplandığına eminim. Bu da topluca mutlu olacak bir durumu doğruyor, mutlu bir toplum için atılacak bir tohum gibi bence.
Mesele sadece mutlu olmak için kararını vermekle ilgili ve eğer bu kararı vermişsen asla geriye bakmamak gerek diye düşünüyorum. İyi ya da kötü, nasıl hissedeceğimiz tamamen yaptığımız seçimlerle ilgili. Seçimimiz ruh halimizi hangi yöne doğru ayarladığınızı gösterir.  MUTLU hissettiğim için kendime teşekkür ederim. Saatimi doğru yöne doğru ayarladığımı düşünüyorum.
Bence en bu konuda en güzel sözü Mark Twain söylemiş;
Kendini neşelendirmenin en iyi yolu başkasını neşelendirmeye çalışmaktır.”
İçimizde anlatılmamış bir hikaye taşımaktan daha büyük bir acı yoktur. Aslında mutluluk yoluna çıkmadan önce belki de ilk yapılması gereken o hikayeyi anlatmak ve böylece görmüş olduğunuz ilk çöp kutusuna bırakarak ondan kurtulmak gerek.
Mutluluğun kardeşi olan başarı için söylenmiş bir söz de çok etkileyici: “Eğer başarısızlıktan başarısızlığa coşkunuzu kaybetmeden koşuyorsanız bu gerçek bir başarıdır.”  Ne hoş değil mi? Gerçek başarının içimizdeki coşkuyu yaşatabilmek olduğunu bilmek.
Tabiki ben bir bilge değilim, bir başkasının düşüncesine göre saçmalamış da olabilirim. Bence bazen saçmalamak da mutluluk verici olabiliyor. Mutluluk kapıyı bir çalıp bir kaçan küçük bir yaramaz çocuk gibi. Onu hemen yakalarsanız iki taraf da uzun zaman boyunca eğlenemez, neşeli hissedemez. Bu da benim çıkarımım. Kocaman bir ağız olmak ve her şeyi bir anda yutmak gibi birşey. İzin verelim de o kaçsın biz de yakalama ümidiyle kapıyı tekrar tekrar açıp kapayalım. Bu neşeli oyunda karşılıklı olarak epeyce gülüp eğleneceğimize ve dolayısıyla mutlu olacağımıza eminim.
Mutluluk hakkında düşündüğümde aklıma gelenler işte bunlar :) Sanki öğretmen uzun bir metni oku ve özetini çıkar, sonrada bir A4’e sığacak şekilde yaz demiş gibi oldu :) İşte öyle bir şey...
Bugün mutlulukla ilgili yazmak geldi içimden.


20 Mayıs 2019 Pazartesi

KİTAP ÖNERİ - Deneyim Şarkıları - Martin JAY - METİS YAYINCILIK

DENEYİM ŞARKILARI
Martin JAY



Hem gündelik dilin hem de teorik söylemin hararetle savunulan ya da ısrarla karşı çıkılan ender kelimelerinden biri "deneyim". Yine de yakın zamana kadar, deneyim kavramının zaman içinde nasıl evrildiğini ortaya koyan kapsamlı bir araştırma yapılmış değildi. İşte Deneyim Şarkıları bu ihtiyaca cevap veriyor. İnsan deneyiminin doğasına ilişkin fikirlerin tarihini sunuyor bize.

Martin Jay, 16. yüzyıldan günümüze Batı söylemini incelerken, farklı düşünce geleneklerinden beslenen pek çok düşünürün neden "deneyim" kavramını anlamaya mecbur kaldığını, kavramın neden her zaman tartışma odağı olduğunu soruyor. Yazar tek tek insanları ve düşünce okullarını aşan tema ve örüntüleri keşfe çıkarak düşünce tarihinin tamamını aydınlatmaya girişiyor. Deneyim anlayışlarının çeşitli bağlamlarını incelemek için, Amerikan pragmatistlerinden ve İngiliz Marksist hümanistlerden Frankfurt Okulu'na ve Fransız postyapısalcılara kadar uzanan pek çok düşünce geleneğini, Montaigne, Bacon, Locke, Hume ve Kant gibi pek çok düşünürü inceliyor.
Modern kültürlerde "deneyim"in maddi, dilsel, kültürel ve teorik anlamı hakkındaki süregelen tartışmayla ilgilenenler için Deneyim Şarkıları'nın temel bir başvuru kaynağı olacağını umuyoruz.


Sayfa Sayısı: 512
Baskı Yılı: 2012
Dili: Türkçe
Yayınevi: Metis Yayıncılık
Kitap Adı: Deneyim Şarkıları
Yazar:Martin Jay

Çevirmen:Barış Engin Aksoy

Yayınevi: Metis Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 512
İlk Baskı Yılı: 2012
Dil: Türkçe
Barkod: 9789753428309



SATINALMA LİNKİ



İÇİNDEKİLER

Teşekkür
Türkçe Basıma Önsöz
Giriş

1. "Deneyim" Davası:
Yunanlılardan Montaigne ve Bacon'a
2. Deneyim ve Epistemoloji:
Ampirizm-İdealizm Çekişmesi
3. Dinsel Deneyimin Cazibesi:
Schleiermacher, James, Otto ve Buber
4. Estetik Deneyim Yoluyla Bedene Dönüş:
Kant'tan Dewey'ye
5. Siyaset ve Deneyim:
Burke, Oakeshott ve İngiliz Marksistler
6. Tarih ve Deneyim:
Dilthey, Collingwood, Scott ve Ankersmit
7. Amerikan Pragmatizminde Deneyim Kültü:
James, Dewey ve Rorty
8. Deneyim Krizine Ağıt:
Benjamin ve Adorno
9. Deneyimin Postyapısalcı Yeniden İnşası:
Bataille, Barthes ve Foucault

Sonuç
Dizin

OKUMA PARÇASI



Türkçe Basıma Önsöz, Martin Jay, s. 13-15.

"Kitapların kaderi okurların kapasitesine bağlıdır" anlamına gelen bir Latin atasözü vardır.(*) Tıpkı onları yazan ve okuyanlar gibi kitaplar da evlerinden ayrılıp umulmadık istikametlere yolculuk ederler. Büyüyüp ebeveynlerinin hayal bile etmediği hayatlar sürdüren çocuklar gibi, beklenmedik olanla karşılaşırlar – kimi zaman yakalanacak fırsatlar, kimi zamansa aşılacak engeller olarak. Bu süreçte, gelişip dönüşerek dünyaya ilk bırakıldıklarındaki hallerinin ötesine geçerler. Basıldıklarında tamamlanmış gibi görünebilirler, ama asıl maceraları ancak taşıdıkları potansiyellerin gerçekleşmesinin şartı olan okurlarının ellerine geçtiklerinde başlar. Kısacası, serpilip yaratıcılarının başlangıçtaki niyetlerinin ötesine uzanarak, ancak başkalarıyla etkileşim yoluyla olgunlaşarak ve şansları da varsa yabancılarla karşılaşmanın getirdiği türden bir bilgelik kazanarak kitapların da deneyim sahibi olabileceği söylenebilir.

İlk olarak 2004'te yayımlanan Deneyim Şarkıları, kimileri neşeli kimileri daha karanlık ama hepsi de zenginleştirici olan bu tür umulmadık karşılaşmalardan payına düşeni aldı. Saygın bir Marksist edebiyat eleştirmeni olan Terry Eagleton gibi birkaç okur, sonuçları bakımından yeterince politik olmadığından şikâyetçi oldu. Kimileri psikanaliz, Lebensphilosophie (hayat felsefesi) ya da fenomenoloji gibi düşünsel geleneklerin ihmal edilmesine, derinlemesine incelemek varken bunlara şöyle bir değinilip geçilmesine hayıflandı. Kimileriyse mevcut felsefi konumlarını meşrulaştıran bir tarih yazma peşinde olmayan düşünce tarihçilerinin o tipik kendini kısıtlama eğilimini eleştirerek, sahici ve sahte deneyim kipleri arasında daha güçlü bir ayrım yapılmayışından yakındılar. Bu rahatsızlıklar pekâlâ önemli olabilir –ki zaten sonradan, bunlardan birine değinme amacıyla, fenomenoloji ve deneyim üzerine bir yazı da yazdım(1)– ama hiçbir kitap okurlarının tüm arzularını gerçekleştiremez. Yanıtlanması gereken yeni sorular doğuran ve yeni muammalar yaratıp bunları çözmeye çağıran bir kitap, tartışmayı kapatan ve bitirip tükettiği bir konunun mezar taşı görevi gören "nihai" bir kitaptan daha üretkendir bence. Bir kitabın deneyimlerinin en anlamlı olduğu zamanların, okurlarında onun kusurlarını telafi etme, kendi deneyimlerine doğru yola çıkma gereği doğurduğu anlar olduğu söylenebilir.

Bu deneyimler yabancı bir dile çeviri mucizesini içerdiğinde, sahiden dönüştürücü etkiler yaratma şansı artmaktadır. Yeni bir dile taşınıp da değişmeden kalan bir kitap yoktur. Zira bir çeviride, yazarın asıl niyetlerini yanlış sunma ya da çarpıtma tehlikesi kadar, kitabın orijinalinde kapalı kalan, nüanslarla dolu yeni anlamları ortaya çıkarma fırsatları da azımsanacak gibi değildir. Deneyim Şarkıları da –birkaç Avrupa dilinde "deneyim"i karşılayan sözcükler arasındaki tarihsel ilişkiyi ve bu sözcüklerin düz ve yan anlamlarını inceleyerek– dil ile dil dışında uzanan bölge arasındaki kesişmeyi keşfetme amaçlı bir deneme olduğu ölçüde, çevirisi okurları kaçınılmaz olarak sözcüğün kendi dillerinde şimdi ya da bir zamanlar ne anlam taşıdığı üzerine düşünmeye itecektir. Çakışmalar olması muhtemelse de, kullanımlar arasında basit bir örtüşmeyi önleyen kaçınılmaz farklar vardır.

Birkaç yıl önce bir Bağımsız Yayıncılar Birliği, "anahtar sözcükler"in dünyanın dört bir yanındaki türlü türlü bağlamdaki anlamlarını araştırma amacıyla, Nadia Tazi editörlüğünde uluslararası bir proje başlattı.(2) Seçilen beş terimden bir tanesi de "deneyim"di (diğerleriyse "doğa", "hakikat", "toplumsal cinsiyet" ve "kimlik"). Aynı anda birkaç dilde yayımlanan bu ciltler, dünyanın farklı bölgelerindeki akademisyenler tarafından hazırlanmış ayrı ayrı başlıklardan oluşuyordu. Benim Keywords: Experience (Anahtar Sözcükler: Deneyim) cildinde yer alan yazım esasen, deneyimin tarihi ve günümüzde Amerika'da oynadığı rolle ilgiliydi. Yine aynı ciltte Pierre Clero'nun Avrupa'yı, G. K. Naranth'ın Hindistan'ı, Achille Mbembe' nin Afrika'yı, Ye Shu-Xian'ın Çin'i ve Nadar El-Bizri'nin Arap ve İslam dünyalarını konu alan nefis yazıları vardı. Kaçınılmaz bir biçimde boşluklar olsa da –örneğin Latin Amerika'nın eksik oluşu göze batıyordu– anahtar sözcüklerin içinde doğdukları bağlamları gerek yansıtma gerekse aşma yolları hakkında bir diyaloğu canlandırma yolunda hiç değilse ilk adım atılmış oldu.

Özellikle El-Bizri'nin yazısının pek çok Türk okurda yankı yaratacağını düşünsem de, yalnızca anadili Türkçe olanların fark edeceği, hem bu kitapta hem de uluslararası derlemede geliştirilenleri tamamlayacak ya da belki zora sokacak tekil nüanslar vardır şüphesiz. Kitabın okura bir şeyler kazandıracağını ümit ediyorum, ama okurların da bir o kadarını kitaba kazandıracağından eminim; bu nedenle, elinizdeki çeviriden sorumlu olan, Deneyim Şarkıları'nın belli bir okur kitlesiyle buluşmasına olanak sağlayan Barış Engin Aksoy, Beybin Kejanlıoğlu ve Metis Yayınları'ndan Tuncay Birkan'a müteşekkirim. Geçenlerde, Orhan Pamuk'un olağanüstü romanı Kar'ın İngilizce çevirisini okurken, o zamana dek hiç bilmediğim yeni bir dünyanın, birçok yönden kendi dünyamdan kökten farklı ama usta bir hikâye anlatıcısının anlatımında capcanlı bir biçimde mevcut olan bir dünyanın bana kapılarını açtığını hissettim. Deneyim Şarkıları'nın Türkçe yayımlanmasını da bir o kadar kıymetli bir armağan olarak düşünmek aşırı bir cüretkârlık olur; yine de umuyorum ki elinizdeki kitap, bu çarpıcı romanı okumanın bana sunduğu yeni deneyimlerin mütevazı bir karşılığı olarak kabul edilebilir.

Martin Jay

Amerikan Akademisi, Berlin

Ekim, 2010
Notlar


(*)Lat. "Pro captu lectoris habent sua fata libelli"; MS 3. yüzyıl sonuna, Terentianus Maurus'a ait olduğu düşünülmektedir. –ç. n. Yukarı
(1) "Phenomenology and Lived Experience", Blackwell's Companion to Phenomenology and Existentialism içinde, Hubert Dreyfus ve Mark Wrathall (haz.), Blackwell, New York, 2006; yeniden basım, Martin Jay, Essays from the Edge: Parerga and Paralipomena, University of Virginia Press, Charlottesville, Va., 2011. Yukarı
(2) Charles Leopold Mayer Vakfı'nın desteklediği Bağımsız Yayıncılar Birliği'ne Şanghay Edebiyat ve Sanat Yayınevi (Çin), Arap Kültür Merkezi (Fas ve Lübnan), Double Storey Books (Güney Afrika), Sage India (Hindistan), Editions La Decouverte (Fransa) ve Other Press (ABD) dahildi. Ciltlerin yayını 2004 yılında başladı. Yukarı

Devamını görmek için bkz.


ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER



Yücel Kayıran, “İnsan deneyiminin doğası”, Radikal Kitap Eki, 23 Mart 2012

Deneyim, modernlik bağlamında en önemli felsefi kavramlardan biri. Dahası modernliğin vaat ettiği yaşama tarzının merkezinde yer alan bir kavram. Kavramın bize, pek derin görünmemesinin nedeni, deneyim/tecrübe kelimesinin Türkçedeki kullanımından kaynaklanıyor. Bu kelimenin Türkçenin günlük kullanımdaki anlamı, “görmüş geçirmişliği”, “bir işi becerebilecek görgüyü kazanmış olmayı”, yani çaylaklıktan çıkmış olmayı dile getirir. Bu anlam da, bir yandan, deneyimden gelen bilgelik gibi bir bilgelik anlayışını diğer yandan da, bir defa kazanıldıktan sonra, sanki bütün hayatın şifresine sahip olunmuş bir özgüven duygusunu ifade eder.

Oysa kavramın Latincedeki anlamı, Martin Jay’ın işaret ettiği gibi, tehlikeli bir durumu göğüslemeyi de içerir: “Deneyim, bir badire atlatmak ve bu karşılaşmadan bir şey öğrenmiş olarak çıkmak”, dahası “hayatta karşılaşılabilecek engelleri ve tehlikeleri göğüsleyip aşarak masumiyeti geride bırakmış olan bir dünyeviliği” ifade eder. Aslında sadece Latince kökeni değil, Jay’ın referansıyla, terimin günümüzdeki yorumu da benzer içeriğe dikkat çeker: Çağdaş İngiliz felsefeci Stuart Hampshire göre de “deneyim fikri, suçlu bilgi fikridir, kaçınılmaz pislik ve kusur beklentisinin, zorunlu hayal kırıklıkları ve katışık sonuçların, yarı başarı yarı başarısızlıkların suçlu bilgisi.”

Burada, sadece, deneyimin yalnız arzu edilenle değil, aynı zamanda, kişinin istemediği, arzulamadığı şeylerin de deneyimleyebileceği söylenmiyor, aynı zamanda, arzu edilenin de tam olarak veya istenildiği gibi deneyimlenemeyeceğine de dikkat çekiliyor. Deneyim anında, kendimizi geleceğe ertelemekten kendimizi alamayız. Dolayısıyla deneyimin ne olduğu sorununun yanında, deneyimin olanaklılığı da, deneyim hakkındaki tartışmaların merkezini oluşturur. Önemli sorunlardan bir diğeri ise, deneyim kavramının, modernliğe ilişkin bir durumu anlamak için tartışılırken, kavramın aynı zamanda Antik Yunan felsefesinden beri varolagelmesi arasındaki farktan kaynaklanır. Sokrates ile Aristoteles’i burada anmak gerekiyor. Sokrates’in “sınanmamış hayat değersiz hayattı” sözü, her ne kadar, hayatın deneyimi göğüslemesi gerektiğine dikkat çekse de, asıl önemini, örtük olarak dile getirilen, birçok hayatın deneyimi göğüsleyemeden devam ettirildiğini, ettirilebildiğini söylemesinden alır. Deneyim, cesareti gerektirir; değerlilik bu cesaretle ortaya çıkan çabadadır. Aristoteles, ‘İkinci Çözümlemeler’de deneyimi sorun edinir ve şöyle tanımlar: “Anı duyumdur, aynı nesneye ait anının sık sık yinelenmesinden ise deneyim oluşur: bir deneyim sayıca pek çok anıdır. Deneyimden sanat ile bilimin ilkesi çıkar: oluşla ilgiliyse sanatın ilkesi, varlıkla ilgiliyse bilimin ilkesi.” Kavramın modern zamanlardaki kullanımı, tam da Aristoteles’in, “bir deneyim sayıca pek çok anıdır” tanımından farklı bir bağlama işaret etmesinden kaynaklanır. Bu farklı bağlam, biraz, yukarıda “suçlu bilgi fikri” dediğim bağlamı dile getirir.

Dolaysızlık ve kalıcı sonucu

Bu nedenle, Martin Jay’ın ifadesiyle söylersem, “‘deneyim’in Almanca karşılıkları özel bir ilgiyi hak eder”: “Erlebnis” ve “erfahrung”. Bu iki sözcük, Türkçede tek sözcükle, “deneyim” sözcüğüyle karşılansa da iki farklı anlayışı dile getirir. Deneyim kavramı, aslında Alman felsefesinin gündemine aittir. Jay’ın yaptığı ayrıma göre, erlebnis, “daha dolaysız, düşünüm-öncesi ve kişisel bir deneyim çeşidini ifade” ederken, erfahrung, “dışsal, duyusal izlenimlerle ya da bu izlenimler hakkındaki bilişsel hükümlerle ilişkilendirilmektedir.” Erlebnis, “biricik, duyumsal olanı arzular, diğeriyse ebedi aynılık arar. İlki zaman içinde anlamlı tekrarlar doğuramayan tekil olaylardı, diğerinin ise kalıcılığı vardı.” Gadamer’in ayrımını dile getirirsek, “erlebnis, iki şeyi dile getirir. Dolaysızlık ve onun keşfedilen ürünü ve kalıcı sonucu.”

Burada, her ne kadar çevirmenin tercihine bağlı kalsam da, ben, Türkçedeki “yaşantı” kelimesini, erlebnis’e karşılık olarak düşünme eğilimindeyim. “Erlebnis” sözcüğünün, Hans-Georg Gadamer’in, ‘Hakikat ve Yöntem’nin tercümesinde de, “tecrübe” sözcüğüyle karşılandığını da belirtmek gerekir.

Gadamer, erlebnis sözcüğünün, ilk defa Hegel’in mektuplarından birinde sahneye çıktığını söylüyor. Ona göre, kelimeyi kullanmamakla birlikte, “kavramın icat edilmesini provoke eden” Goethe’dir. “Çünkü onun şiiri çok yeni bir anlamda tecrübe ettiği şeyden hareketle anlaşılabilirlik kazanır. Goethe’nin bizatihi kendisi de şiirinin kapsamlı bir itiraf karakteri taşıdığını söylemiştir.” Yani şiirin, epistemik değil, bir oluş deneyiminin dışavurumu olması durumu.

Deneyim kavramı, her ne kadar, estetikle ilgili tartışmalarda, orada da şiir bağlamında ortaya çıkmış bir kavram olsa da, kavramın ve sözcüğün, gerek anlamı ve ortaya çıkışı göstermektedir ki, deneyim, modernliğim ortaya çıkışı sürecindeki yaşantısal dönüşümü konu edinen bütün disiplinlerle alakalı.

Martin Jay’ın ‘Deneyim Şarkıları’ adlı kitabı, deneyim kavramını, modernliğin bütün bağlamlarının merkezinde, epistemolojinin, dinin, siyasetin ve tarihin de merkezinde olan bir kavram olarak ele almakta ve kavramın bu disiplinler içindeki anlamsal gelişimini irdelemektedir. Başka bir deyişle, Jay, “deneyim’”in gerçekte ne olduğuna ilişkin bir açıklama sunmak yerine, birçok farklı gelenek içinden pek çok farklı düşünürün neden tam da böyle bir açıklama sunmak zorunda hissettiğini anlama”ya çalışıyor. Dolayısıyla Jay, bu kitapla, bize, daha önce Türkçeye çevrilmiş olan Hakikat ve Yöntem (Gadamer), Ben ve Sen (Buber), İç Deney (Bataille), Tarih Tasarımı (Collingwood) gibi yapıtların da hangi bağlamda yazılmış olduğuna ilişkin bir okuma stratejisi sunmuş oluyor.

Kitabın dikkati çekici bölümlerinden biri, “Dinsel Deneyimin Cazibesi: Schleiermacher, James, Otto ve Buber” başlıklı olanı. Jay, dinsel deneyim kavramı bakımından şu ayrıma dikkat çekiyor: Tanrı ve yaratısı hakkındaki belli önermelere dayalı iradi imandan, duygu yüklü, algıya dayalı dindar veya sofu davranışı olarak imana, “kutsallık deneyimi” kavramının oluşumuyla geçilmiştir. Bu bölüm, dinin batılı entelektüelin dikkat ve problem alanına girmiş olduğunu göstermekle kalmıyor aynı zamanda, Yahudiliğin Batılı entelektüeller tarafından onanması anlamına da geliyor. Yahudiliğin felsefi önem kazanmasında rol oynayan filozoflardan biri Emmanuel Levinas ise diğeri, kuşkusuz Martin Buber’dir. Buber’e göre, “bir başka insan ile gerçek ilişki yalnızca kısa karşılaşmalarda başarılabilir, bunun dışındaki karşılaşmalarda, öteki ‘deneyim nesnesi’ durumuna düşer.”

Devamını görmek için bkz.











İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *