YAZAR Köşesi
KISA ÖYKÜ-
Yazan: Özlem AYTEK
ÖZGÜRLÜK, RÜZGAR VE SERÇE TÜYÜ
Kadın burnunu mendiliyle sert bir şekilde sildi.
“Ağlama zaten. Bundan hoşlanmıyorum.”
Kadının sessizliği ve tepkisizliği adamın işini
zorlaştırıyordu. Onun ağzından henüz çıkmamış kelimelerin ağırlığının altında
ne yapacağını şaşırmıştı. Oysa uzun ve dehşetli bir kavgaya dönüşecek sıkı bir
tartışma için hazırlanmıştı haftalardır. Şimdiyse ne diyeceğini şaşırmış bir
halde kesik kesik soluyordu. Hiçbir şey söyleyemedi. Karşısındaki herhangi bir
şeyi merak etmemiş ve sormamıştı. Durup dururken açıklamak anlamsız olacaktı.
“İyi, ben gidiyorum.”
“Git.”
Kadın ona bakmıyordu. Pencereden içeri neşeli bir şekilde giren
serçe tüyüne odaklanmıştı. Paytak bir ördek gibi kırıtıyordu kabarık, küçük, mavi kuş
tüyü. Hafif rüzgârın eşliğinde bir sağa bir sola yalpalayarak uçuşuyordu.
Odanın ortasına geldiğinde rüzgârın etkisini yitirişiyle kendisini sehpanın
üzerine bırakıverdi.
Adam, kadına birkaç kez kararsız bir şekilde baktıktan sonra
sanki söylemek için sabaha kadar uyumayarak zihninde canlandırdığı ve sonunda
ancak güneş doğarken özetleyip ezberleyebildiği replikleri; kurumuş, bayat,
kocaman ekmek parçalarını susuz bir şekilde yutmaya çalışıyormuşçasına üst üste
yutkundu. Bu kadarına hazırlıksızdı. Bir felaket sahnesi beklentisi içindeydi oysa…
Camları titretecek çığlıkları, haykırışları, duvarlara fırlatılacak kadehleri, tabakları
hayal etmişti. Kararsızlık içinde bir iki saniye durduktan sonra daha fazla
uzatmanın bir anlamı olmadığını fark etti. İçerideki sessizliğin kasveti ve ağırlığı
dayanılacak türden değildi. Kapıyı yavaşça kapatıp sokağa çıktı. Tam da bu anda
derin bir nefes alacağını ve rahatlayacağını hayal etmişti. Bu da düşündüğü
gibi olmadı. Yapamadı. Yeni bir başlangıcın esenliğini duyumsamak için kendini
zorladı. Sonunda özgür olduğunu düşünerek sevinmek için bir hamle daha yaptı. Hiçbir
şeyi açıkça konuşamamıştı ama gerek var mıydı ki koskoca insanlardı, her şey
apaçık ortadaydı işte. Anlayan anlamıştı.
“Beklediğimden kolay oldu.” Diye düşünürken tuhaf ve hoşuna
gitmeyen bir duygu bürüdü tüm benliğini.
Kadın, kapının sessizce kapanmasının ardından ayağa kalktı.
Gözü masaya konan serçe tüyüne adeta kilitlenmişti. Yaklaşıp onu aldı ve
saklamak için her zamankinden farklı, güzel bir yer aramaya başladı. En sonunda ucuna yapıştırıcı sürüp
müzik kutusunu saran kadifenin kenarına sabitledi. Yani her zamanki yere... Sonra kutunun kapağını açtı.
Balerin büyüleyici bir ezgi eşliğinde dansını yaparken küçük tüy de hemen yanı
başında, iliştiği yerde, bu kez balerinin dönüşü sırasında yarattığı minik
rüzgârın etkisiyle titreşiyor, sanki o da kendi muhteşem dansını sergiliyordu.
“Ne uyum ama!” dedi kadın hayranlıkla. Sonra dönüp artık
yalnız başına kalmış olduğu odanın her köşesini süzdü. Her biri kendi tarzına
özgü olan eşyaları özenle seçmişti.
Bu eşyalar, seçilip eve geldikleri dönemde kadının o
günlerdeki yaşamına ait tüm kesitleri ve anıları hafızasında tutan birer zaman
makinesi gibiydiler ve kadını sık sık zamanda yolculuğa çıkarıyorlardı. Kadın
eşyalarına gülümseyerek baktı. Onları sevdiği için seçmişti ve geçmişi hatırlatmalarını
bir suç olarak görmeyecek, onları asla gözden çıkarmak istemeyecekti. Tıpkı
sevdiği tüm diğer şeyler gibi onları da koruyacaktı… Yaşamış olduğu her günü
sevdiğini ve unutmak istemediğini düşündü. Evet… Geçmişini, bugünü ve yarınını
seviyordu. Kendisine dair olan her şeyi seviyordu. Umudu sonsuzdu. Umut ve sevgi
kadın için değerli bir duyguydu.
Müzik durmuştu. Balerin ve tüy öylece yan yana duruyorlardı
şimdi. Kadın kutunun kapağını kaparken balerini gözleriyle selamladı. Şimdi
tüy, kutunun kenarındaki köşesinde dimdik ayakta duruyor, kapağın açılacağı ve
balerini yeniden göreceği anı bekliyordu. Kadın onu da selamladı.
“Onu sık sık göreceksin! Endişelenme.”
Kadın mutfağa giderek bir kahve pişirdi ve sigara paketinden
bir tane alarak yaktı. Dumanını pencereye doğru üflerken kahvesini yudumladı.
Şahane bir andı… Kan dolaşımının hızlandığını, kalbinin kanatlandığını ve
verdiği her nefesle birlikte ağzından başka bir şeylerin de uçup gittiğini
hissetti. Karanlık ve ağır; is gibi, kapkara ve yapış yapış bir madde verdiği
her nefesle birlikte ağzından dışarı boşalıyordu. Sanki içindeki ağırlığı
kusuyordu kadın ve bu isteği dışında oluyordu. Verdiği her nefesle birlikte
rahatladığını hissediyordu. Bu sırada cep telefonu çalmaya başladı. Uzanıp
baktı ve ekranda en sevdiği ismi gördü: Nihal…
Telefonu açtı.
“Bitti.” Dedi.
Karşısındakinin sesi heyecanlıydı ve serçe gibi
cıvıldıyordu. Kadın onu dikkatle ve gülümseyerek dinledikten sonra bu kez:
“Gitti.” Dedi.
Telefonu kapattığında iki taraf da hâlinden hoşnuttu. Nihal
bunun gerçekleşmesini kadından çok istiyor, adamı en sevdiği arkadaşının
hayatında kara bir bulut gibi görüyordu. Tüm mutlulukları gölgeleyen,
arkadaşını üzen ve hiçbir şekilde değer görmeye lâyık olmayan kara, sefil,
karanlık bir bulut… Üstelik onu defalarca farklı farklı kadınlarla görmüş, aynı
iş yerinde çalıştığı için onun tüm sadakatsizliğine tanık olmuştu. Bu sessiz
tanıklığın ağırlığı her geçen gün artarken yolların ayrıldığı bugün, bir bayram
günü tadındaydı Nihal için.
Kadın kararlıydı. Evini ve
sahip olduğu hiçbir eşyayı değiştirmeyecekti. Gidenle ilgili anıları, ağzından
kustuğu o balçık gibi isle beraber uçup gitmişti sanki. Daha sevecen gözlerle
baktı eşyalarına. Akşam ne pişireceğini düşünmeye başladı ve Whatsupp’tan
Nihal’e bir mesaj attı:
“Akşam yemeği için seni bekliyorum. Bir şişe şarap alıp gel.
Kutlayalım.”
“Uçarak geleceğim. Semih de gelir.”
“Anlaştık.”
Her şey tamamdı. Sofra kurulmuş, yemekler yenmiş, sıkı
dostlar ellerini havaya kaldırarak kadehlerini sevinçle tokuşturmuşlardı. Kısık
sesle dinledikleri Yunan ezgileri bu muhteşem anı taçlandırmıştı.
Dışarısı soğuktu. Adam siyah paltosunun tüm düğmelerini
boğazına kadar iliklemişti. Atkısını boynuna üç kez doladıktan sonra cebinden
çıkardığı yün bereyi de başına geçirdi. En gözde sevgilisinin apartmanının
önündeydi. Kadın hayal kırıklığı içinde pencereden onun gidişini izlerken adam düşünüyor,
yeni elde ettiği bu sınırsız özgürlüğü çırılçıplak kalmakla özdeşleştiriyordu. Çok
özgürdü... Çok... Bundan daha özgür olmak imkansız gibi göründü gözüne... Tuhaf bir şekilde bu yeni hâlini tuzsuz yemeğe benzetti. Ya da
daha tuhafı yemeği olmayan baharatlara... Evet, evet tam da bu cümle
karşılıyordu duygularını. Ortada bir tabak var ve her türlü lezzetli ve kokulu
baharatlarla, tatlandırıcılarla bezenmiş. Fakat tabakta yemek yok. Baharat neyi
lezzetlendirecek? Her zaman yanında olmak için bir fırsat aradığı sevgilisinin
tüm çekiciliğini yok eden yeni kavuştuğu özgürlüğü müydü? Flört ettiği herkesi istediği
an arayabilirdi… Fakat isteksizdi. Bunu yapmak istemedi. Özgür olmanın
düşündüğünden çok daha farklı bir anlamı ve sorumluluğu olduğunu fark etti.
Özgürlüğü taşımak, özgürlüğün saygınlığına layık olmak ve özgürken mutlu olmak
zor işti. Çünkü özgürlükle; yalnızlık, özgürlükle pervasızlık ve çirkinlik ve
özgürlükle kişinin kendisine ördüğü duvarlar arasında çok ince bir çizgi vardı. Özgürlükle,
kendine olan saygını korumanın arasındaki çizgiyse saç telinden daha inceydi.
Farkındalığının kapıları ardına kadar açılmıştı. Burnunda tüten tek şey
kullanmaya alışkın olduğu kahve makinesi, fincanı, tv izlediği kanepesi...
Yeterince yürüdüğünde cebinden anahtarını çıkardı. Her zaman
satın almanın hayalini kurduğu, yepyeni ve kullanmaya hiç alışkın olmadığı
eşyalarla dolu olan yeni evine girdi. Yeni ev, yeni yaşam ve hayalini kurduğu
her şeye sahipti ama tuhaf bir şekilde gözünü sabaha kadar ayıramadı cep
telefonunun ekranından. Kadını aramakla aramamak arasında milyonlarca kez gidip
geldi düşünceleri. Sabah, gözlerini kamaştıran güneş ışıklarıyla açtı
gözlerini. Pencereden içeri hafif rüzgâr eşliğinde süzülerek giren martı tüyüne
baktı. Uzanıp onu yakaladı. Güzel, hafif ve rahatlatıcıydı. Doğaldı ve yanında
duracağı her şeyle muhteşem bir uyumu yakalayacağı kesindi. Adam kalktı. Sabah
sersemliğiyle gözleri konsolun üzerinde duran müzik kutusunu aradı. Buldukları
kuş tüylerini hep o kutuya yapıştırırlardı kadınla birlikte ta ki tüy iliştiği kadifenin üzerinde yok olup
gidene kadar. Her şey gibi müzik kutusu da eski evinde kalmıştı. Balerinin
dansını ve ona eşlik eden müziği düşünürken kalbinin ta derinliklerinden gelen
o duyguyu bir kez daha duyumsadı. Acıtıyor muydu? Sevmedi bu duyguyu.
Hayatındaki her şey yepyeniydi, evi, işi, eşyaları ve tüm diğer her şey. Eski
yaşama dair küçük bir obje bile yoktu elinde. Bu kadar yeninin arasındayken
nasıl olup da eskinin içinden çıkamadığını, çırpındığını fark etti bir anda.
İşte, farkındalığın kapısı bir kez aralanmayagörsün insanı böyle yerden yere
vururdu. Adam düşündü: “Acaba üzgün müyüm?”
Kadınsa eskiden beri yaşadığı bu evde, eski eşyalarının
arasında eskiden beri yapmakta olduğu gibi işe gitmek üzere uyandı. Bu kadar
eskinin arasındayken nasıl olup da yepyeni bir yaşama başladığını, aldığı her
nefesin kendisini yeni başlangıçlara hazırladığını ve gelecekte yaşamının muhteşem
bir hâl alacağını hissetti. Sanki bugünden öncesini hiç yaşamamıştı.
Yenilenmişti. Otobüsü yakalamak için sokakta hızla yürürken hafifçe esen rüzgâr
saçlarını neşeyle sağa sola savuruyordu. Tıpkı serçe tüyünün pencereden içeri
süzülürken yaptığı gibi. Kadın cebinden lastiğini çıkarıp onları ensesinde
toplamaya çalışırken uçuşmakta olan saçlarını bir araya getirmekte güçlük
çekiyordu. Neşeli bir oyun gibiydi. O belli bir kısmı her yakaladığında rüzgâr
diğer tutamı elinden alıyor ve yeniden uçuruyordu. Sonunda başardığında kendi
kendine gülümsedi. “Eğer bu bir oyunsa rüzgâr ben oynamaya hazırım.” Dedi neşeyle.
Özlem AYTEK